4 Mayıs 2014 Pazar

MUZ FARKI

 

 

Villarreal-Barcelona maçında Dani Alves'e yapılan muz atma ırkçılığını ve akabinde yaşananları tüm spor dünyası konuşuyor. Benim dikkatinizi çekmek istediğim konu ise Villarreal kulübünün tavrı; taraftar, stad güvenliği tarafından tespit ediliyor, kulüp üyesi olduğu ortaya çıkmasına rağmen kulüpten ihraç edilip, El Madrigal stadına yani Villarreal maçlarına girmeyi ömür boyu men ettiler. Dikkatinizi çekerim bu cezayı veren İspanya Futbol federasyonu yada emniyet birimleri yada UEFA değil, Villarreal kulübü!!!

 
 
Gelelim bizim ülkemize, yaklaşık 1 sene önce Şükrü Saraçoğlu stadında oynanan Fenerbahçe-Galatasaray derbisinde 2 taraftarın elinde muzla Galatasaray'lı siyahi oyunculara yaptıkları hareketlerin görüntülerini hep beraber gördük.
 


Fenerbahçe Spor Kulübü, Asbaşkanları Ömer Temelli ve Deniz Tolga Aytöre, söz konusu 2 taraftarla basın toplantısı düzenleyerek, söz konusu hareketlerin ırkçılık olmadığını, bu hareketler yapılıyor iken sahada Galatasaray'dan hiçbir siyahi futbolcu bulunmadığını ve bunu stat kameralarıyla da tespit ettiklerini söyleyip sözü mağdur! taraftarlara verdiler. Onlarda, öncelikle nüfuz ve mesleklerinden bahsederek girdikleri konuda (sanki bir kişinin mesleği o kişinin ırkçı olabilmesini ortadan kaldırıyor, bugünlerde Amerika, L.A. Clippers takımının sahibinin ses kaydıyla çalkalanıyor!), siyahi arkadaşlarının olduklarını, birinde sindirim sorunu olduğunu bu yüzden yanında muz taşıdığını, diğeri de doğulu olduğunu bu yüzden ırkçı olamayacağını!! mavalını 77 milyonu aptal yerine koyarcasına FB Tv aracılığıyla paylaştılar. Hatta kulüp, fotoğrafı çeken fotoğrafçıyı da çıkardı ve fotoğrafçıda bu 2 mağdurun! söylediklerini destekledi. Yani Fenerbahçe Spor Kulübü, yönetimiyle, tv'si ile bu işi soruşturmak yerine bu 2 mağduru! koruyup kollamayı tercih etti.. Peki sonra ne oldu..

 
 
Toplantıdan sonra 1 saat içinde ortaya çıkan 2 görüntü basın toplantısında söylenen herşeyi boşa çıkardı:
 
 
 
 

Eee işte; Her Kulüp Bir Villarreal, Herkeste Bir Alex Değil!!

 Alex, Dani Alves'e yapılan ırkçı hareketten sonra tepkisini Instragam hesabına koyduğu bu fotoğrafla paylaştı

28 Nisan 2014 Pazartesi

Türk Futbolu Einstein'ını Arıyor


Arıyoruz.. Isaac Newton, Archimedes, Carl F. Gauss, Gustav F. Kirchoff, Joseph Fourier, Simon Laplace, Ömer Hayyam.. Hepsini futbolumuzun formülünün oluşturulduğu şu günlerde arıyoruz.. Yanlış anlamayın matematik, fizik, geometri formülü değil bu; futbol formülü.. Ezberci bir milletiz ya ezberle formülü gir sınava geç zihniyetiyle yetişenler, salla bir formül gelsin Avrupa Şampiyonlukları, Dünya Kupaları diyor bu günlerde..

"İlk 11de 5 tane mi yabancı olsun 6 tane mi? Yedek kulübesinde hiç olmasın, yok 2-3 tane serpiştirelim.. E tribüne de atalım 3-4 tane zaten seyirci az, taraftar olur.."

Belki ben işi şakaya alarak yazıyorum ama işin realitesine baktığımızda maalesef bu tablo karşımıza çıkıyor. 2 senedir hararetli bir şekilde tartışıyorlar; yok 6+0+4 olsun, yok 5+0+3 olsun, yok 6+2+2, yok 5+3+0 olsun, olsun babam olsun.. Peki ne için? Bunların hangisinin diğerinden farkı var ve bu "formülleri" uygulayarak hangi ülke başarıya ulaşabilmiş? Hepsi; ilk 11'de şu kadar, yedek kulübende bu kadar, genel kadronda şu kadar yabancı futbolcu bulundurabilirsin demiyor mu? Yani hepsinde bir sınırlandırma söz konusu. Peki bu bize ne katıyor yada ne kattı yada ne katabilir? Ben şu ana kadar futbolumuza olumlu bir katkısı olduğunu düşünmüyorum ama bazı düşünenler şunu diyor: "Türk oyuncularımız daha çok süre alıyor, daha fazla forma şansı buluyor." Buluyor da ne oluyor? Yeteneklerinden dolayı mı forma şansı buluyor yoksa kuralı uygulamak zorunda kalan hocası mı ona forma vermek zorunda kalıyor? Sizce hangisi daha iyi futbolumuz için yetenekli bir yabancı oyuncunun oynayıp futbolumuza kattığı gerek görsel gerek teknik olarak güzellik ve katkı mı yoksa bu formüllerden dolayı daha az yetenekli bir oyuncunun oynayıp yetenekli olan futbolcunun maçı tribünden takip etmesi mi? En basitinden bu bile takım içerisinde haksızlık ve adaletsizliğe yol açmaz mı? Haksızlığın olduğu bir yerde takım olabilmek mümkün mü?

Hadi işin manevi boyutunu bir kenara koyalım, Türkiye'de büyük hedefler koyan 3 tane kulübümüz var: Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray. Her sene iddialı kadrolar kurmuyorlar mı? Şampiyonlar ligi gruplar standardındaki yada son 16ya kalan takımlar hepsi olmasa da bazıları maliyet olarak bu 3 kulübümüzden çok mu fazla para harcıyor? Yani o ayarda olan takımlarımız var. O ayarda bulunan takımlarımızda o kalitede Türk futbolcusu bulunması gerekmez mi? Peki o zaman bana Şampiyonlar ligi standartında son 16 yada çeyrek finalde mücadele edebilecek, Barcelona, R.Madrid, B.Münih gibi takımlara sırıtmadan oynayabilecek tamamen Türk oyunculardan oluşan 3 tane 11 (4-4-2 formatında) çıkarır mısınız? Yani sizden üst düzey, 3 kaleci, 6 stoper, 3 sol bek, 3 sağ bek, 6 orta saha, 3 sol kanat, 3 sağ kanat, 6 forvet saymanızı istiyorum. Bizim bu kadar üst düzey futbolcumuz var mı? Zaten var olsa şuanda Brezilya'da düzenlenecek Dünya Kupasını 4 gözle beklemez miyiz? 33 tane Türk statüsünde üst düzey futbolcu sayamadığımız (en azından benim sayamadığım) bir ligde 18 takımı kalitesiz futbolculara mahkum ettiğimizin farkında mıyız? Hani sanki ülkemizde yetenekli oyuncudan geçilmiyor da yüzbinlerce lisanslı futbolcumuzun R.Madrid hayallerini 200 kadar yabancı futbolcu engelliyor! Bazıları haksızlık ettiğimi düşünebilir peki onlara soruyorum: Bizim üst düzey yeterli sayıda futbolcumuz varsa niye sene başında Alper Potuk ihale usülü transfer oldu? Niye uluslararası futbol piyasasında 2M Euro eden futbolcuya 5M Euro, 5M Euro bile etmeyecek futbolculara 7.5M Euro veriliyor bu ülkede?  Koskoca transfer döneminde 2. kaliteli Türk oyuncusunun ismini kimse sayamadı. Resmen kaliteli futbolcu kıtlığı içerisindeyiz.

Asıl sorun futbolcuya verilen temel futbol eğitiminde bunun sporsever olarak ben farkındayım peki bu formülasyonlarla uğraşanlar farkında mı hiç sanmıyorum. Bugün hala futbol yaşantısının son 5 yılına girmiş, yıllardır milli forma giyen yada önceden giymiş, 3 büyüklerde oynayan, bazılarının üst düzey olarak gördüğü futbolcular, kanattan gelen rakibe nereden nasıl savunma yapacaklarını yada hücumda ofsayta yakalanmamak için ne yapacaklarını bilmiyorsa kimse formüllerle bu işin çözüleceği hikayesini anlatmasın. 18 süper lig takımının maçını izleyin, kanattan gelen ortaya doğru ayakla vuran 18 futbolcu (Türk statüsündekilerden bahsediyorum) bulamazsınız. Hal böyle iken biz kendi futbolcularımızın yerini garanti altına alıp onları rekabetsiz bir tembelliğe itmiş olmuyor muyuz? Rekabetin önemini geçen haftaki kadın basketboluyla ilgili yazımda yazmıştım. Orada dediğim gibi büyük başarılar büyük rekabetten doğar ama biz futbolcularımızın formasını garanti altına alarak onları bu ortamdan uzaklaştırıyoruz ve milletimizin temel hastalığı tembellikle baş başa bırakıyoruz. Dikkat edin, bir futbolcu Anadolu kulüplerinde parlıyor, 3 büyüklerden 1i kapıyor orada ilk 11deki yerini garanti etmek için 1-2 sene mücadele veriyor yada kendini aşıyor sonra fısss.. Altında kendini zorlayan bir Türk çıkmadığı sürece seviyesini yükseltmek için hiç kasmıyor. Oysa potansiyeli var ama "nasıl olsa forma benim" mantığında olan, banka hesabında belki hak ettiği belkide Türk statüsünden dolayı abartılı milyonlarca lira hesabı olan, antremanda Lamborghini mi alsam Ferrari mi diye düşünen, 20li yaşlardaki birine bunu anlatamazsınız (kız arkadaş mevzusuna girme gereği bile görmüyorum). Bakın en basit örneği Arda Turan, burada oynadığı futbol çok mu üst düzeydi? Değildi ama en iyi kanat oyuncusu hatta orta saha olarak yorumlanıyor, milli takımımızın en kaliteli futbolcusu olarak söyleniyordu, Galatasaray'daki performansıyla.. A.Madrid'te bugün izlediğimiz Arda Turan futbol olarak buradakinin 3 katı daha iyi, ancak bu performansla orada ilk 11 e girebiliyor.. Peki şimdikinden kat kat kötü olan Arda 3 sene önce nasıl Milli takımımızın kadrosuna yazılan ilk isim olabiliyordu? Bunun cevabı basit çünkü diğer Türk oyuncularımızın futbolu kötü değil rezil durumdaydı.. Arda yeteneği ve kalitesiyle bile çok doğru işler yapmasa da Milli formayı herkesten önce hak edebiliyordu. Peki ne değişti Arda'da; buradaki performansıyla orada ilk 11'in hayal olduğunu anladı, kimsenin pasaportuna yada ismine yada altyapıdan çıkıp çıkmadığına bakarak forma vermeyeceğini gördü, 2 seçeneği vardı ya Emre, Mehmet Topal gibi 1-2 senede pes edip memleket hasretini bahane edip geri dönecekti yada pes etmeyip kendi sınırlarını zorlayacaktı. O saygı duyulacak yolu tercih etti. Bir anı anlatmıştı her antremandan önce tartılıyorlarmış olması gerekenden fazla kilosu olanlar para cezası ödüyormuş. Bunun Türkiye'deki kulüplerce uygulandığını düşünsenize. Sadece bu bile düşünce olarak ne kadar farklı olduğumuzu anlatıyor.

Keşke bugün uygulanan ve önümüzdeki senelerde uygulanması istenilen bu sistemin olumsuzlukları yukarıda saydıklarımla sınırlı kalsa, maalesef.. Bu sene Şampiyonlar Liginde mücadele eden tek takımımız Galatasaray'ın yaşadığı sıkıntılardan biride yabancı oyuncularının formsuzluğuydu. Peki neden? Size birkaç örnek vereyim; Galatasaray'ın gruptaki ilk maçında R.Madrid'ten aldığı hezimette sol bek pozisyonunda oynayan Riera ,yabancı kuralından dolayı, o tarihten önce Galatasaray'ın oynadığı 5 resmi karşılaşmanın hiçbirinde kadroya bile girememişti. Kopenhag deplasmanında 1-0 yenilen Galatasaray'ın sağ kanadı Bruma son 1 ay içerisinde oynanılan son 5 resmi maçın sadece 2 sinde görev yapmış, oda 135dkyı aşamamıştı. 10 kişilik R.Madrid'e 4-1 yenildi diye ayıpladığımız takımın o maçta sol kanadında görev yapan Amrabat, o maçtan önce Galatasaray'ın oynadığı son 5 resmi maçın 1inde sadece 6 dk forma giyebilmişti. Chealsea deplasmanında Avrupa'ya veda eden takımın sağ beki Eboue, son 5 maçın 2sinde sahadaydı.. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama satırlar sığmaz buna.. Biraz olsun futbolla alakalı iseniz futbolcu için maç yapma istikrarının ne kadar önemli olduğunun farkındasınızdır. Eğer elinizdeki futbolcunun ismi Messi değilse bu fark ortadadır. Bazıları "E kardeşim almasaydı o halde bu futbolcuları" diyor. Kimse tribünde taraftar olsun diye milyonlarca Euro harcamıyor merak etmeyin ayrıca bunu diyenlere şunu soruyorum: Bugün 3 büyükler transfer edecekleri yabancı futbolculara "ya sen bizdeki kuraldan dolayı tribünde oturabilirsin" deseler hangi oyuncu gelir Türkiye'ye? Gelenden bir hayır beklenir mi? Eğer "yabancı futbolcu her kulvarda oynamalı, birinde yedek kalan oyuncu niye alınıyor" mantığıyla düşünülüyorsa o halde niye tartışıyoruz yok 6+0+4, yok 5+0+3ü ilk 11de 5 yada 6 oyuncuda karar kılalım gerisini silelim gitsin. E buda yok..

Daha bugün Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım'ın açıklamalarını okuyorum;
"Fenerbahçe'nin önünde önemli bir vaziyet var. Ekonomik olarak Fenerbahçe ve diğer kulüpleri zor günler bekliyor. Devlet diyor ki, vergi ödeyeceksin. Geçen sene 80 küsür, bu sene de 93 trilyon Fenerbahçe vergi verdi. Fenerbahçe'nin bütçesi 220 ila 250 milyon dolara yakındır. Fenerbahçe, Türkiye'yi Avrupa'da elinden geldiğince temsil etmiştir. Başarılar kazanılmıştır. Bunun karşılığında devlet, spor kulüplerine yardım da bulunmamaktadır. Devlet, buna karşılık SGM aracılığıyla biletlerden yüzde 7 vergi kesiyorlar. 4-5 senedir bilet fiyatlarını yükseltemiyoruz, çünkü insanların ödeme güçleri yok. Şimdi bunları üstüste koyduğumuz zaman Fenerbahçe'nin paraya ihtiyacı var. Böyle giderse, Fenerbahçe'nin her yere borcu olur Allah korusun. Şu an için böyle bir tehlike yok. Eğer, bana güveniyor ve inanıyorsanız bunlara da inanın."
Allah aşkına Türkiye'de spor bakanlığı ne işe yarar ve spor bakanımız ne yapar? Yani spor bakanımızın tek görevi açılıştan açılışa koşturup tesis, salon yada stat açmak mıdır? Sporumuzdaki temel sorun inşaat eksikliği mi? Eğer böyle olsaydı Fenerbahçe'nin müzesi sayısız Şampiyonlar Ligi kupasıyla dolu olurdu malum betondan anlayan bir başkana sahip.. İnsanımızın %85nin ilgilendiği bir spor dalının ülkedeki en büyük lokomotif kulüpleri mali olarak sıkıntı içerisindeyken (Galatasaray ve Beşiktaş'ı anlatmama gerek yok herhalde) yada bu sıkıntıyı yaşayacaklarına kesin gözle bakılıyorken, bu saçma sapan yabancı kuralıyla Türk oyunculara harcanan gereğinden fazla 10larca milyon lira nasıl bir mantık çerçevesinde izah edilebilir? Bu sayı kontenjanlığı sayesinde sadece yerli değil yabancı oyuncularında gelme maliyetlerini yukarı çektiğimizin farkında değil miyiz? Almeida'ya, Bundesliga'daki hangi kulüp bugün Beşiktaş'tan kazandığını verir?

Bu süreçte, bütün bunların yanında beni en fazla şaşırtan 2 şeyden 1i daha 3 sene öncesine kadar yıllar boyu her mikrofon uzatıldığında Türk futbolunun gelişmesini yabancı kuralının kalkması şartına bağlayıp konuşanların bugün U dönüşü yaparak başka ağızda konuşmaları. Yani Türk futbolunun menfaati 1 yıl (bu mevzuların konuşulmaya başlandığı zamanı baz aldım) içinde bu kadar farklılık  gösterebilir mi? Yoksa bazılarının yıllarca Türk futbolu menfaati olarak bahsettikleri kendi kulüp menfaatleri miydi? Acaba bu kulüpler 1-2 sene sonra bugün konuştukları ağızla konuşmaya devam edebilecekler mi? Aynı kulüpler futbolda yabancı kuralının kalması hatta daha da sıkılaşması için uğraşırken, basketbolda ve voleybolda uygulanan yabancı kuralının kaldırılması için aynı süreçte yaptıkları çalışmalar samimiyetsizliğin göstergesi değil mi? Futbolda Türk oyuncu daha fazla forma şansı bulsun diye uygulanan bu zihniyet, basketbolcularımıza veya voleybolcularımıza neden farklı gözle bakma ihtiyacı duyuyor? Bu soruları sorduğumuz zaman bazılarının cevabı şöyle:" Efendim biz zamanında istedik Galatasaray koymadı." Bu devir ne güzel devir değil mi, çamuru at izi kalsın. 6 sene TFF'de üst düzey yöneticilik yapmış Lütfi Arıboğan'a bu soru "Top Bizde" programında sorulmuştu; Arıboğan, kendi dönemlerinde Galatasaray kulübünden böyle bir talebin gelmediğini, isteyen herkesin o dönemki ilgililere bunu sorabileceklerini söyledi. Zaten Arıboğan doğru söylemese anında ortaya çıkardı, kimseden çıt çıkmadı.

Benim anlamadığım bir başka mevzuda bazı kulüplerin sene başında ve önümüzdeki sene uygulanacak kural için şimdi şöyle bir argümana sığınmaları: " Efendim bu karar önceden alındı biz buna göre kadromuzu ayarladık, planlamamızı yaptık." demeleri. Bir söz vardır "zararın neresinden dönülse kardır" diye herhalde bu arkadaşlar bunu hiç duymamışlar ama yok eğer bunu zarar olarak görmüyorlarsa ilk önce yukarıda sorduğum sorulara cevap verebilsinler sonra yazacaklarımı da iyi okusunlar. Kadro planlamasına gelecek olursak; ben Çatkapısporun t.d. olsam, bana 1 sene önce federasyon gelip 5 yabancı oynatabilirsin dese, ben ona göre kadromu yada alacağım oyuncuları kurgulasam, 6 ay sonra yada 10 ay sonra federasyon gelip "biz bunu değiştirdik 6 yabancıyla da oynayabilirsin" dese, Allah aşkına benim için nasıl sıkıntı olabilir bu durum? Alt tarafı gerek görürsem 1 yabancı daha alırım ihtiyaç duyulan yere oldu bitti.. Hayır almasam ne yazar böyle bir durumda planlama nasıl bozuluyor? Federasyon 1 tane daha yabancı futbolcu alacaksın diye milletin kafasına silah mı dayıyor? Bunun tam tersi olsa anlarım. Fakat şu durumda yapılanın bu şikayetlerde bulunan takımların mağduriyet safsatasının yerine bazı kulüplerin bazı kulüplerle arası açılmasın diye yapıldığını görmemek için ya çok saf olmak lazım yada bu vicdansızlığa ortak olmak lazım. Bugün bu ayıba imza atanların "Türk Futbolu" kelimelerini her ağızlarına aldıklarında benim gibiler için geçtiğimiz 2 senede yaptıklarıyla hatırlanacaklar.

Bir başka masalda; "E Galatasaray 3 yabancıyla UEFA Kupasını almadı mı?". Evet Naim Süleymanoğlu'da ağırlığının 3 katını kaldırıyordu peki bugün kaldırabilir mi? Yani anlatmak istediğim zaman ve koşullar değişiyor. Bırakın 15 yıl öncenin futboluyla bugünün futbolunun önceliklerini, 2 sene önceki büyük takımların (Ş.Ligi yarı finalistler) futbol mantığıyla bugünün futbol mantığı arasında bile farklılıklar var. Bu değişime ayak uyduramayan yok olmaya mahkumdur. 2 sene öncenin kralı Barcelona bile bugün ne durumda ortada.. Kaldı ki Galatasaray'ın kadrosunda 3 değil 5 yabancı vardı; Tafo, Pope, Capone, Hagi ve Brezilyalı forvet Marcio.. Avrupa'da 4 yabancıyla oynardı o takım ve Türk futbol tarihinin en iyi takımı, en iyi yerli oyunculara sahipti diye övüle övüle bitmeyen o takım Chealsea'ye 5-0 yenilmişti aynı sezon. Ş.Ligi'nde grupları H.Berlin bile çıkarken, Galatasaray çıkamamıştı. Yani burda soru şu: Hedef UEFA Kupası mı, Ş.Ligi mi? UEFA Avrupa Ligi kalitesiyle Şampiyonlar Ligi'ni aynı tutanlara değil bu sorum onlar mümkünse yazımıda okumasınlar..  Şuandaki bu savunulan sistemle ancak UEFA'ya takımlarımızın gücü yetebilir, öyleyse kimse Premier ligi izleyip, El Clasico'yu izleyip "bunlar futbol oynuyorsa bizimkiler ne yapıyor" demesin kardeşim!

Bu süreçteki en büyük rezillik ise resmen üçkağıtçılıkla bu kuralı futbolumuza empoze etmeleri. Sene başında bu kuralın uygulanacağı kesin bir şekilde açıklandığında Fenerbahçe dışındaki bütün kulüpler (bugün savunan Beşiktaş dahil) bunun uygulanmasının ötelenmesini hatta hiç uygulanmamasını istemiş en sert tavrıda Galatasaray koymuştu. Buna karşılık yine bazı rengi belli kalemler bunların arasında spor kanallarında programlarda yorum yapan birçok ünlü spor yorumcusu da dahil "Vay efendim 1 sene önce bütün kulüplerin aldığı ve altına imza attığı bu kararı tanımamakta neymiş? Yeni mi aklınız başınıza geldi?" diye utanmadan, sıkılmadan insanların yüzüne bakarak yalan söylediler. Galatasaray kulübü başkanı Ünal Aysal sene başında yaşadığı süreci 2-3 kez anlattı ama belki bilmeyenler için ben özet geçeyim; federasyon bu sene 6+0+4'ün uygulanacağını ve bu kararın 1 sene önce Kulüpler Birliği toplantısında alındığını açıklayınca, başkan ilk olarak o toplantıya katılan yöneticiyi arayıp soruyor, yönetici o toplantıda böyle bir kararın alınmadığını ve hiçbirşeye imza atmadığını hatta kulüp adına imza atma yetkisinin bile olmadığını söylüyor. Bunun üzerine Ünal Aysal sırasıyla Bursaspor Eski Başkanı Rahmetli İbrahim Yazıcı ve Orduspor kulübü başkanı Nedim Türkmen'i arayıp böyle bir şeyden haberdarlar mı diye soruyor. Onlardan da olumsuz yanıt alan başkan, Kulüpler Birliği Onursal Başkanı ve Gençlerbirliği Başkanı İlhan Cavcav'a açıyor. Cavcav bu konunun söz konusu toplantıda Demirören tarafından tavsiye niteliğinde söylendiğini, konuşulup tartışılmasının sonraya bırakıldığını, hiçbir kulübün onay vermediğini ve yazılı yahut imzalı bir belge olmadığını söylüyor. Bunun üzerine Ünal Aysal, Yıldırım Demirören'le konuyu görüşmek için TFF'den randevu alıyor. Randevuda Aysal, Demirören'e imzalı kağıdı görmek istediğini söylüyor. Doğal olarak Demirören kağıdı gösteremiyor ve böyle bir kağıdın olmadığını Aysal'a kendisi de söylüyor. Aysal'ın tavrını gören Demirören kuralın değiştirilmesi için her türlü kolaylığı yapacağı sözünü verip Aysal'ı yolluyor. Ama Demirören'in sözüne ne kadar sadık olduğunu en çok Beşiktaş taraftarı ve Sadri Şener bilir herhalde.. Arkasından Cavcav'a haber gönderen Demirören, kuralın değişmesi için 18 kulübünde imzasının gerektiğini söylüyor!! Yani kural alınırken 18 kulübün onayı yada imzası aklınıza gelmiyor da kural bozulurken mi geliyor bu? Bu ülkede bunu bile savunanlar çıktı!!! Beni en fazla şaşırtan 2. şey bu ülkenin spor basını oldu. Bu kepazeliklere %95i 3 maymunu oynayarak yada transfer balonlarına tutunarak görmezden geldiler 1i bile hergün çıktıkları spor programlarından dönüp diyemedi "kardeşim ne 6sı ne 5i ne 3ü ne 2si dünya nereye koşuyor biz nereye niye dünyanın önde gelen futbol ülkelerini örnek almıyoruz?" diye. Anladım ki futbolumuz benim gibi insanların dışında kimsenin umurunda değil. Bide hala her sabah-akşam çıkıp sözde Türk futbolu için konuşuyorlar! Yazıklar olsun hepsine!

Şimdi gelelim niye bu kadar isyan ettiğime. Aslında şuana kadar yazdıklarımla birçok neden ortaya koydum ama en büyük nedeni şimdi okuyacaksınız. Bu okuyacaklarınızı bugüne kadar hiçbir televizyonda yada hiçbir gazetede bir muhabir yada yorumcunun anlattığını zannetmiyorum çünkü ben kimseden duymadım. Mevzu şu; niye Türk futbolunun gelişmesi ve daha başarılı olması için gerek takımlar bazında gerekse milli takımlar bazında başarılı liglerdeki kurallar esas alınmıyor da Belarus futbol federasyonunun izlediği stratejiye benzer bir formül uygulanıyor? Futbolcularımızı geliştirmemiz esas ise neden Hollanda yada hep örnek verdiğimiz Portekiz futbolunun taktiğini uygulamıyoruz da İsrail futbol federasyonunun kuralına benzer bir kuralla ülke futbolumuzu geliştirme hayali peşinde koşuyoruz? Evet şaka yapmıyorum bizim gibi, ilk 11'nde şu kadar kadronda bu kadar yabancı bulundurabilirsin gibi kuralları UEFA'ya bağlı olan sadece 4 federasyon uyguluyor: Hani 45.000 taraftarı önünde futbol dersi verdiğimiz Fifa Dünya Kupası Elemelerine 4. torbadan katılan Romanya, İsrail, Belarus ve Biz!!! Peki biz niye bu ülkeleri örnek alıyoruz? Bu ülkelerin hepsi UEFA sıralamasında arkamızdaki ekipler değil mi? Niye İspanya'yı, Almanya'yı, İngiltere'yi  yada önümüzdeki diğer ülkelerin yaptıklarını örnek almıyoruz? Yahu Belçika'daki sistemi bile uygulasak şuandakinden iyidir! Romanya, son Dünya kupasının sahibi de benim mi haberim yok! Belarus'un müzesi Avrupa şampiyonluklarıyla doluda ben mi bilmiyorum! Hapoel Tel Aviv, Ş.Ligi şampiyonluklarını seriye bağladı da ben mi ayrı bir alemde yaşıyorum? Peki bu saçmalık neyin nesi bunun bana cevabını verecek 1 kişi var mı bu ülkede? Türk futboluna bunu reva görenleri ve buna ses çıkarmayanları Allah nasıl biliyorsa öyle yapsın!

Son olarak, bu kuralın nasıl bir Türk futbolunu getireceğini merak edenlere sözüm; hiç fazla kasmanıza gerek yok diyor, son Avrupa Basketbol Şampiyonası'ndaki Milli takımımızın halini hatırlatıyorum. İlk 5 te 2 yerliyi zorunlu kılarsan, kendi oyuncularını rekabetten, çekişmeden, mücadeleden uzaklaştırırsan, Finlandiya'ya yenilen, çantada keklik denilen 6 takımlık grupta ve 3. nün bile çıkabildiği grupta, 6da 1 yapan 12 dev ruhsuz adam bulursun karşında. Eğer benim dediklerime itimat etmiyorsanız o dönem İbrahim Kutluay'ın maç sonrası programlarındaki isyanını bulunda bir yerden izleyin. Sporun içinde rekabet vardır, siz bunu çıkarırsanız üstelik bizim gibi sistem nedir bilmeyen, işten kaytarmayı seven insanlarda bunu yaparsanız size Stephen Hawking'inde bulacağı formül fayda vermez. Şayet Stephen Hawking Türk futbolunun bu rezaletini dinlese ayaklanıp arkasına bakmadan koşma ihtimali bile var...

20 Nisan 2014 Pazar

Aziz Yıldırım'a Küfür Değil Teşekkür Edin!

Geçen hafta sporumuz için büyük gurur günlerinden biri daha yaşandı. Galatasaray Odeabank, kadın basketbolunun Kupa-1'inde ezeli rakibi Fenerbahçe'yi geçerek kupaya uzandı. Bu gururun en büyüğü tabi ki de kupanın sahibine aitti ama diğer gurur duyabileceğimiz mevzu ise bu alanda Avrupa'nın en büyük kupasında bir Türkiye derbisine şahit olmamızdı. Bu kadın basketbolumuzun ne seviyeye geldiğini gösteren bir ölçüdür. Peki bu başarılar rastlantı mıdır? İşte bunun cevabı için geçmişten bu yana gelen süreci gözümüzün önüne getirmemiz gerekir.

1999: Galatasaray, Euroleague Women yani Kupa-1 de Final-four'a kaldı ve 3. oldu.
2001: Botaş, Ronchetti Kupasında, bugün ki ismiyle Euro Cup'ta (Kupa-2) Final oynadı.
2004: Fenerbahçe, Euro Cup'ta 4.'lük elde etti.
2005: Fenerbahçe, Euro Cup'ta Final oynadı.
2006: Beşiktaş, Euro Cup'ta Çeyrek Finale kaldı.
2007: Fenerbahçe, Euroleague Women da Çeyrek Finale çıktı.
2008: Fenerbahçe, Euroleague Women da Çeyrek Final oynadı.
          Galatasaray, Euro Cup'ta 4.'lük elde etti.
2009: Galatasaray, Euro Cup Şampiyonluğuna erişerek bu alanda ülkemize ilk Avrupa kupasını getirdi.
          Fenerbahçe, Euroleague Women da Çeyrek Final oynadı.
2010: Fenerbahçe, Euroleague Women da Çeyrek Final oynadı.
2011: Fenerbahçe, Euroleague Women da Çeyrek Final oynadı.
2012: Fenerbahçe, Euroleague Women da Final-Four'a kaldı ve 4. oldu.
          Galatasaray, Euroleague Women da 5. oldu.
          Kayseri KASKİ, Euro Cup'ta Final oynadı.
          Botaş, Euro Cup'ta son 4'e kaldı.
2013: Fenerbahçe, Euroleague Women da Final oynadı.
          Kayseri KASKİ, Euro Cup'ta Final oynadı.
2014: Galatasaray, Euroleague Women da Şampiyonluğa ulaştı.
          Fenerbahçe, Euroleague Women da Final oynadı.
          Kayseri KASKİ, Euroleague Women da son 8'e kaldı.
          İstanbul Üniversitesi, Euro Cup'ta Yarı-Finale adını yazdırdı.
          Botaş, Euro Cup'ta Çeyrek Finali gördü.
          Mersin Büyükşehir Belediyesi, Euro Cup'ta son 8'e kaldı.

Gördüğünüz gibi 90'lı yılların sonundan itibaren takımlar bazında başarı istikrarımız sürmektedir. 2004'ten önce ara ara olan başarımız sürekli hale gelmiş, 2008'den itibarense çoklu takımlarla dereceler kazanmayı bilmişiz. Son 16 senenin 13 ünde kadın basketbol takımlarımız Avrupa kupalarında başarı elde ederek diğer spor branşlarımıza istikrar dersi vermişlerdir. 1999 yılında tek takımımızın başlattığı bu serüven içinde bulunduğumuz ve geride bıraktığımız sezonda aynı takımımızın tarihi bir zaferine, onunla birlikte 6 takımımızın kadın basketbolumuzun ününe ün katmasıyla devam etmiştir. Bu sezon 8 takımla katıldığımız Avrupa kupalarında 3 takımımız Euroleague'de, 3 takımımızda EuroCup'ta son 8e kalmayı başarmış, böylelikle bu elit 16 takım arasına 6 Türk takımımız adını yazdırmıştır. Galatasaray; Kupa-2 den sonra Kupa-1 i de alarak Türk takımlarının yarıfinal yada finallerin geçilebilecek takımı olmadığını, kupayı da alabileceklerini göstermiş, Fenerbahçe; her sene istikrarlı bir şekilde bu turnuvalarda iyi dereceler elde ederek, bu kupaların first-class takımı olduğunu ispatlamış, KASKİ; 3 sene önce Avrupa'da ismi duyulmamış bir takım iken EuroCup'tan Euroleague'de son 8'e kalarak Türkiye'nin ismi bilinenler dışında bilinmeyen kulüplerinde neler yapabileceğinin dersini vermiştir. Bu tablolar Kadın Basketbol Ligimizin kalitesini ve takımlarımızın nasıl kuvvetli olduğunu da gözler önüne sermektedir.

16 yıldır süren takımlar bazındaki bu tablo elbette Milli Takımımıza da yansımış, 2005'te Avrupa Basketbol Şampiyonasında Çeyrek Finale kalarak 8., Akdeniz Oyunlarında Şampiyon olduk. 2009'da Akdeniz Oyunlarında Çeyrek Finale çıkıp 5. olabildik. 2011'de Avrupa Basketbol Şampiyonasında en iyi derecemizi elde ederek Finale çıkıp gümüş madalyanın sahibi olurken, 2012'de tarihimizde ilk kez Olimpiyatlara katılma hakkına sahip olduk. İlk kez katıldığımız Olimpiyatlardan 5. olarak dönerken, geçtiğimiz seneki Avrupa Şampiyonasında 3. olarak bu sefer koleksiyona bronz madalyayı da eklemiş olduk. Yani her spor branşında olduğu gibi kulüpler bazında başarı Milli takımı da olumlu etkilemiş oldu. Peki 90'lı yılların sonunda yada 2000'lerin başında ne oldu, biri geldi ve takımlarımıza sihirli değnekle mi dokundu?

Evet biri geldi belki elinde sihirli değneği yoktu ama Kadın Basketbolunda kıvılcımı çakacak fikirleri vardı ve bunlar, SONUCU başarı olan bir kelimenin kadın basketboluna girmesine neden oldu: REKABET.. 80'li yılların sonlarından 90'ların sonlarına kadar Galatasaray 11 senede kazandığı 10 şampiyonlukla (ki bunların 9u üst üste hala kırılamamış bir rekordur) kadın basketbolunda rakipsiz ve tekti.. Diğer takımlar ise gerçek anlamda iddiasız ve sürprize oynuyorlardı.. Galatasaray ve diğer takımlar arasında kalite ve güç olarak uçurum vardı deyim yerindeyse.. Bir takım düşünün ligde 7 yıl üst üste hiç bir maçı kaybetmeden şampiyon oluyor, diğer takımların ne kadar rakip olabildiklerini siz düşünün... Buna Fenerbahçe'de dahildi. Ta ki Aziz Yıldırım başkan oluncaya kadar.. Aziz Yıldırım Fenerbahçe başkanı olduğunda kulüp, kürek şubesi dışında tüm branşlarda ezeli rakiplerinin gerisindeydiler. Yeni başkan, eski başkanların aksine sadece yada öncelikle futbol politikası yerine tüm şubeleri ayağa kaldırmayı hedefledi ve bunda ilk meyveyi de Fenerbahçe Kadın Basketbol takımından aldı. Her ne kadar takımın ilk şampiyonluğundaki 4 isim 1 sene evvel Galatasaray'ı şampiyon yapan ilk 5'teki 4 isim olsa da camianın bunu sual edecek lüksü yoktu. Fenerbahçe'nin ekonomik ve yapısal olarak güçlenmesi her sene hedefi biraz daha yukarı koyan ve gücüne güç ekleyen bir takım ortaya koyuyor bu rekabete Botaş ve Beşiktaş'ta sonraki senelerde katılıyor ve artık kadın basketbolunda tek büyükten söz edilme yerine rekabetten söz ediliyordu. Diğer takımlar birer birer oyuna dahil olurken bu rekabete ayak uyduramayan Galatasaray yanlış yönetilmesinin sonucu olarak 2004-2005 sezonunun sonunda küme düştü. Belki bu daha erken gelebilecek bir Avrupa kupasının ertelenmesine neden oldu belki de Galatasaray'ın sonraki başarılarının fitilini ateşledi.
 
Fenerbahçe bu sefer Türkiye'de rakipsiz kalmıştı ama Aziz Yıldırım hedefi bu sefer Avrupa Şampiyonluğu olarak koymuş ve her sene bir öncekinden daha iddialı ve daha kaliteli takımlar kurarak mücadelesine devam etti. Bu sırada Galatasaray, 2006-2007 sezonunun başında tekrar 1. lige dönerek yarışa bir kez daha dahil oldu. Galatasaray için asıl dönüm noktası Adnan Polat başkan seçildikten sonra oldu. Aziz Yıldırım'ın 1998 de yaptığı stratejiyi 10 sene gecikme ile Galatasaray'da denemeye başladı 2008 yazında kurulan yeniden yapılanma sene sonu Kupa-2'nin Galatasaray müzesine gelmesine neden oldu. Artık bu 2 kulüp futbol dışındaki branşlarda da kıyasıya rekabetteydi. Adnan Polat'ın bu şubeyi tekrar ayağa kaldırmasıyla Galatasaray başarı da Fenerbahçe'nin 1 adım gerisinde kalsa da son 5 yılda Fenerbahçe'nin 9 kupasına karşılık 6 (Avr. Kup. hariç) kupa alabildi. Aslında bu normal bir sonuç hatta Fenerbahçe'den daha da ezici bir üstünlük beklenebilirdi çünkü Galatasaray maddi sıkıntılardan dolayı hiçbir sezon Fenerbahçe'den daha maliyetli dolayısıyla daha kaliteli oyunculara gerek sayı olarak gerekse nitelik olarak sahip olamadı, bu yönden Fenerbahçe hep öndeydi. Tıpkı bu sezonda olduğu gibi fakat yıllarca süren Fenerbahçe'nin Galatasaray'a karşı hep daha iyi, daha kaliteli oyuncularla, daha güçlü takımlarla mücadele etmesi Galatasaray'a kendisinden daha güçlü takımlarla mücadele etme gücünü bu takıma aşıladı. Aslında Fenerbahçe bir anlamda Galatasaray'a iyilik yapmış oldu. Hani bir söz vardır: " İnsanı öldürmeyen acı güçlendirir " diye, işte o misal.. İşte bu yüzden Kadın Basketbolunda para ile kurulabilecek en iyi takım Ekaterinburg ve Galatasaray'dan çok daha iyi rotasyona sahip ve çok daha maliyete kurulan Fenerbahçe son 4te Galatasaray'ın kurbanı oldular.
 
Şüphesiz bu başarıda aslan payı Galatasaray kadın basketbol takımının her basketbolcusuna ait, teknik heyet, Ekrem Memnun, Murat Özyer, Galatasaray kurumsal ve yönetim, Başkan Ünal Aysal, sponsor Odeabank sonraki hatırı sayılır payların sahipleri. Ben buna bu başarı sürecinin temelini atan ve Galatasaray kadın basketbol takımını kulübün maddi sıkıntılarının en çok olduğu dönemde bile kapatılmasına izin vermeyen, takımı 0'dan Fenerbahçe gibi güçlü bir ekonomiye sahip bir takımla rekabet noktasına getiren Adnan Polat'ı da katıyorum. Peki Türkiye'ye gelen Euroleague Women kupasında bu rekabetin fitilini ateşleyen Aziz Yıldırım'ın hiç mi payı yok? Eğer Aziz Yıldırım 1998'in yazında kendi takımının çıtasını yükseltmese idi bugün bu başarılar gelebilir miydi yoksa Galatasaray 8.,10.,15. üst üste yenilgisiz şampiyonluklarıyla mı avunuyor olurdu? Yada şöyle sorayım her gün kum torbasıyla antreman yapan bir boksör mü daha iyi boksör olur yoksa turnuvalara katılıp gerçek boksörlerle dövüşen boksör mü kendisini daha çok geliştirir ve daha iyi olur?  Aslında bu kulüplerin genlerinde birbirleriyle rekabet var ama birilerinin zaman zaman bunu uyandırması gerekebiliyor.
 
Aziz Yıldırım yaptıklarıyla belki de ülkedeki kadın basketbolunun gidişatını değiştirdi. Aziz Yıldırım'ı sevmeyebilirsiniz zaten kimse kimseyi sevmek zorunda değil ama bir söz vardır "Yiğidi öldür, hakkını yeme". İşte geldiğimiz noktada bu süreci gözden geçirdiğimde bu sözü söylemeyi doğru buluyorum ve Kupa-1'in Türkiye'ye gelmesinde belki yukarıda saydıklarımın payı kadar olmasa da Aziz Yıldırım'ın da Galatasaray'ın kazandığı bu kupada payı olduğunu düşünüyorum. Taraftarlığı salona yada stada gidip küfretmek olarak görenlerin bunu anlamasını beklemiyorum ama kabul etseniz de etmeseniz de BÜYÜK BAŞARILAR, BÜYÜK REKABETTEN DOĞARLAR...

Bu başarıda emeği geçen herkese bir sporsever olarak TEŞEKKÜRLER...  

13 Nisan 2014 Pazar

HANGİ DÜNYANIN DERBİSİ?

    
Geçen pazar evlere şenlik bir derbi daha izledik! Aslında 3 büyük kulübümüze özellikle son 10 senede bize yaşattıkları derbi tecrübelerinden dolayı başarı plaketi verilmeli. Futbolumuzun piri TFF en kısa sürede bu işi yapmalıdır. Böylelikle şu ana kadar yaptıkları en kayda değer işi yapmış olurlar. Şaşırıyorsunuz değil mi? Böyle yazdığım için şaşırmayın. Ben asıl şaşkınlığı her derbide yaşıyorum. Bir derbide sahada rakı şişesi görüyorum berikinde viski şişesi.. Derbi günü gelip çattığında "acaba bu derbi sulu mu susuz mu geçecek" derken, bir bakıyoruz teknik direktörün alnından kan akıyor yani kanlı geçiyor. Bizim gibi saf futbol seyircilerini bir kez daha şaşırtmayı başarıyorlar. Bu kan akma olayı sadece bir maçta bir teknik direktörün başına gelen münferit bir olay olmuyor tabi diğerinde yrd. antrenör bir diğerinde çevirmen ödemesi gereken kanı ödüyorlar.. Biz bu derbilerde sahaya atılan yüzlerce pet bardak/şişeyi de emektar Ali Sami Yen'e yapılan saygısızlığı da gördük.. Karanlıkta "atılan" kupaları da, "ben şampiyon olmadıktan sonra gerisine.." mantığıyla Türkiye lig şampiyonuna yapılan saygısızlığı da gördük.. Futbolcu dövmek için sahaya inen taraftarda oldu bu derbilerde, rakip takıma toplu sıra dayağı atmak için sahaya inen binlerce taraftarda.. Kavga mı soruyorsunuz? Onu da gördük efendim.. Başrollerini 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasında Milli takımımızın yıldızlaşan 3 ismin 2 sinin oynadığı yumrukların savrulduğu kavgayı izlettiler bize sağ olsunlar. Takım-Taraftar-Hakem-Teknik heyet-Yönetim 5'lisinin her türlü kombinasyonuna şahit olduk evelallah. Taraftara dönüp tombala çeken futbolcuyu mu dersiniz, tribüne ana avrat küfreden kaleci yada futbolcu mu istersiniz, hakeme tüküren futbolcuyu mu seçersiniz, tercih sizin! 75.000 kişilik stada 80.000 kişiyi doldurup maçın tatil olmasına sebep olan başkanları da gördük, maç sonunda 5 asırlık Osmanlı'dan kalan kuruma hakaret edenleri de.. Evet güzide başkanlarımız ve yöneticilerimizde bu derbileri güzelleştirmek için ellerinden geleni yaptılar bu sürede.. Mesela geçen sene 1 hafta-10 gün boyunca süren bildiri savaşlarının ardından bir derbi yaşandı. Ben o maçın sonucunu hatırlamıyorum. 40 saatte düşünsem hatırlayamayacağım. Ama 10 sene geçse de unutmayacağım şey o maçın sonunda bir genç hapse diğeri mezara gitti. Buna sebep olan başkanların keyifleri yerinde, açılıştan açılışa koşturmaya, kameralara sırıtmaya, bildiri üstüne bildiri yayınlamaya ve hala kaç milyon insanın temsil edildiği bir koltukta oturduklarından ve bu insanların onların ağızlarına baktıklarından bihaber devam ediyorlar en iyi bildikleri işi yapmaya ellerine bulaşmış kanla..

Yukarıda anlattıklarıma ve aklıma gelmeyen yada daha uzatmayayım diye yer vermediğim numunelere bir enstantanede son derbide eklendi. Melo'nun etik dışı mı diyeyim edepsizce mi diyeyim terbiyesizce mi demem gerekir karar veremediğim ama yaptığı davranışa bile anlam veremediğim hareketi yıllarca süren derbi "güzelliklerinin" son halkası oldu. Yazımın başında belirttiğim gibi her derbi ben ve benim gibileri şaşırtmaya devam ediyor. Burada yazılı ve görsel medyadaki usta! kalemlerin %99'un yazdığı veya konuştuğu gibi "bak o iyiydi, bu kötüydü" mavalı okuyup insanları aptal yerine koymaya çalışmayacağım. "Biz sizi yukarıda da gördük aşağıda da" diye çok güzel bir söz vardır. Anlayan anlar anlamayan yukarıdaki girişimi bir kez daha okur.

Bu kadar vukuata karşın görmediğimiz, konuşmadığımız, konuşamadığımız tek şey maalesef futbol.. Korkarım ki konuşamadığımız tek şey olma yolunda emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor. Artık derbilerde kimse kim kazanır yada kaç kaç biter muhabbeti yapmıyor. Her derbiye "bu maçta ne olacak acaba?" "kaç kırmızı kart çıkacak?" "bahsine gireyim bu maç bitmeyecek" "kimler kavga edecek?" muhabbetleriyle taraftarlarımız hazırlanıyor. Bir derbi karşılaşmasının öncesi, kendisi ve sonrasıyla resmen korku, gerilim, aksiyon dallarında filmler çekiyoruz. 15 milyonluk şehrin valisi ve emniyet müdürlerinin derbi öncesi normalde olağanüstü olan ama artık klasikleşen toplantıları ise utancımızın kanıtı..

İşte size "Dünya Derbimiz"... Yıllardır dünyadaki diğer derbileri de izliyoruz, ilgileniyoruz, takip ediyoruz. Diğer derbilerde kötü olaylar yaşanmıyor mu? Bizdeki kadar olmasa da yaşanıyor tabi ama oralarda azınlık çoğunluğa yada şöyle diyeyim kötüler iyilere hükmedemiyor. Orada yanlış yapan biri çıktığında aynı saftaki biri çıkıp "senin bu yaptığın yanlış" diyebiliyor. Bizdeki gibi sahiplenip, halı altına süpürülmüyor. Oradaki derbileri izlediğimizde bizdeki gibi buram buram hasetçilik kokmuyor derbiler, futbol kokuyor, kalite kokuyor, medeniyet kokuyor, sahada rekabet kokuyor, bizdeki gibi saha dışında değil. Peki söyleyin muhteremler dünyadaki derbiler böyleyse bizimkiler hangi dünyanın derbisi?

10 Mart 2014 Pazartesi

SAHİ Mİ?

                                  

Beşiktaş başkanı sayın Fikret Orman'ın açıklamalarını okudum; "Vodafone Arena bitmiş olsaydı, biz bu şampiyonluğu çok daha rahat alırdık. En az 10 puan üstte olurduk. Çok puan kaybettik bu açıdan. Ama artık yeni stadımıza döneceğiz. Şampiyon olarak da dönmek istiyoruz. Daha önümüzde çok maç var. Kazanılacak çok puan var. Beşiktaş, gerçek gücüyle oynarsa biz şampiyonluğu alırız. Mesele oyuncularımızın bu işe inanması ve kenetlenmesi. Onları şevklendirmekse bizim işimiz. Elimizden gelen gayreti göstereceğiz" dedi. Sene başından beri birçok kişinin dilinde stadsız bir takımın şampiyon olamayacağı şeklinde laflar dönüp dolaşıyor. Sanki Beşiktaş'ın şampiyonluğu önündeki tek engel stadının olmamasıymış. Stat olsaymış Beşiktaş şuan garanti şampiyonmuş. Bu modaya sayın başkanda uydu. İnanmak isteyen buna inanabilir ama benim kanımca stadın olmayışı Beşiktaş'ın şampiyonluğu önündeki engellerden sadece biridir. Stadı bahane etmek diğer sorunları (ki bu yazımda bunlardan bahsetmeyeceğim) sadece halının altına süpürüp hayal dünyasında yaşamaktır.

  Bu sezon son yıllara göre değişik bir şampiyonluk mücadelesi izliyoruz. Geçen seneki liderin 10 puan farkla şampiyonluğunu ve evvelki sene yine liderin 9 puan farkla ilk 34 haftayı lider tamamlamasını (sözde süper final gibi futbolun adaletini katleden sistemi kabul etmiyorum)gördükten sonra 2010-11 sezonundan beri ilk kez şampiyonluk mücadelesinin geçtiğimiz 2 seneye göre daha sıcak geçeceğini söyleyebilirim. Peki bu şampiyonluk mücadelesinde hangi takımlar var: Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş. Türk futbolunun en büyük üçlüsü. Birkaç ay önce Beşiktaş ile ilgili bir konuyu merak ettim. Acaba bugüne kadar Beşiktaş hem Fenerbahçe'nin hem de Galatasaray'ın sonuna kadar şampiyonluk yarışında olduğu kaç sezonda bu iki ezeli rakibini geçerek ipi göğüsleyebildi? Hafızamı yokladım bulamadım.

  O halde biraz geçmişe göz atsak iyi olur;
2008-09 Beşiktaş'ın son şampiyonluğu, ezeli rakipleri iyi bir sezon geçirmediler ve 10ar puan arkasında bitirdiler Beşiktaş'ın. Siyah-Beyazlıların şampiyonluk için çekiştiği kulüpler ise Sivasspor ve Trabzonspor.
2002-03 Lucescu'lu Beşiktaş'ın 100. senesindeki unutulmaz kadro. O sezon Beşiktaş en yakın rakibi Galatasaray'ın 8 puan önünde şampiyon oldu ve hatırlayanlar bilir, Beşiktaş gibi iyi oynayan, Kartallarla çekişebilecek kimse yoktu. Fenerbahçe ise o sezon şampiyonluk yarışından çok uzaktı 1994-95 O sezon Beşiktaş'ın çekiştiği tek ekip Trabzonspor'du ve 3 puan önünde ipi göğüslediler. 1991-92 Çekiştikleri tek takım Fenerbahçe idi, Galatasaray ise çoktan yarıştan kopmuştu.
1990-91 Bu sefer ki tek takım Galatasaray'dı
1989-90 Fenerbahçe ile Galatasaray'ın sırayla nöbet değiştirip Beşiktaşın yıkılmaz olduğu yıllar. Bu sefer ki geçilen Fenerbahçe idi.
1985-86 Belki de şuana kadar sıraladıklarım arasında Beşiktaş için en çekişmeli geçen ve sonu siyah- beyazlılar için zafer, sarı-kırmızılılar için hayal-kırıklığıyla biten sezon. Beşiktaş ve Galatasaray aynı puanda sezonu tamamlamalarına rağmen averajla Beşiktaş şampiyon olmuş, Galatasaraylılar için 13 yıllık hasret 14 yıla uzamış, bir sezonu ilk kez namağlup tamamlama ünvanını kazanmak buruk bir teselli olabilmişti. Yalnız hatırlatırım ki bu yarıştada Beşiktaş ve Galatasaray dışında başka çekişen yoktu.
1981-82 Bu sefer şampiyonluk mücadelesinde çekişilen 2 ekip vardı; Trabzonspor ve Fenerbahçe. Galatasaray ise ligi 11. sırada tamamlayarak bu yarışı unutmuş gibiydi
1966-67 Nihayet Beşiktaş'ın hem Fenerbahçe hemde Galatasarayla çekişip her ikisinide geçmeyi başardığı sezonu bulabildim. Bundan tam 47 yıl önce!Bu sezonla ilgili ilginç birde bilgi vereyim. Kara Kartallar, ezeli 2 rakibiyle de yaptığı 4 maçın hiçbirini kazanamamış:3 beraberlik 1 mağlubiyet almıştır
1965-66 Beşiktaş'ın rahat şampiyonluklarından biri. Ligin bitimine 3 hafta kala şampiyonluğunu ilan etmiş. 2 puanlık sistemde en yakın rakibi Galatasaraya 6 puan fark atmış. Bugün ki 9 puan farka bedel.
1959-60 Siyah-Beyazlıların,2 puanlık sistemde, Fenerbahçe'ye 5, Galatasaray'a 7 puan fark attığı sezondur. En yakın rakibiyle arasındaki 5 puanlık fark bugün ki 7-8 puanlık farka bedeldir ki takdir edersiniz buda iyi bir farktır. Zaten ligin bitimine 2 hafta kala Galatasaray'ın Fenerbahçe'yi 2-1 yenmesiyle şampiyonluğunu ilan etmiştir.
1956-57, 1957-58 senelerindeki şampiyonluklara bugün ki ismi ile süper ligin kuruluşundan önce sayılan şampiyonluklar olduğu için bakma ihtiyacı duymuyorum.
 
  Yani 1959dan bu yana Beşiktaş'ın kazandığı 11 şampiyonluğun 3nde rakipsiz kalan siyah-beyazlılar, 2 sinde sadece Galatasaray'la çekişip geride bırakmış,2sinde sadece Fenerbahçe ile çekişip geçmeyi başarmış, 1inde sadece Trabzonspor ile şampiyonluk mücadelesi verip ipi göğüslemiş, 1inde hem Trabzonspor'u ve Fenerbahçe'yi, 1nde de hem Sivasspor hem de Trabzonspor'la bu mücadeleye girip galip çıkmış. 11 şampiyonluğun sadece 1inde ve az önce saydıklarıma göre en eskisinde ve Beşiktaş'ın 1959 yılından sonra kurulan yeni ligde kazandığı ilk çekişmeli şampiyonluk yarışında yani sadece 1967 lig şampiyonluğunda hem Galatasaray hem de Fenerbahçe ile çekişerek geride bırakmayı başarabilmiştir. Bu somut veriler düşüncemi büyük ölçüde doğru çıkarıyor: Beşiktaş hem Fenerbahçenin hemde Galatasarayın içinde bulunduğu bir şampiyonluk yarışında bu iki ezeli rakibini de geçerek zafere ulaşamaz! Sadece Fenerbahçe yada Galatasarayla çekişirken bunları geçebilirsiniz ama her iki kulübünde sonuna kadar götürdüğü bir yarışta özellikle son yıllardaki durumuda göz önüne alırsak Beşiktaş için 2. lik başarı sayılır.
 
  Beşiktaş'ın tek büyük sorunu stadsızlık mı yada şampiyonluk yolunda Fenerbahçe'nin puan farkının kapanmasına izin vermemesi mi yada ne zaman ayağa kalksa onu yerine oturtan bir Galatasaray maçı mı? Peki 47 yıldır bu iki renkli takımın girdiği mücadeleleri uzaktan izlemesinin getirdiği bir kötü alışkanlık olmasın özellikle Galatasaray maçı sendromları. 1992 yılında şampiyonluk sayısı Galatasaray'la eşit Beşiktaş'ın sorunlarını sadece konjonktürel sorunlara bağlamak ya görememektir yada Beşiktaş taraftarını hafife almaktır.